Sayın Yılmabaşar, söyleşimize önce hangi Jale Yılmabaşar’la başlayalım, Anne, sanatçı, iş kadını, hoca ve bütün bunların ötesinde, hayatta iki ayağının üzerine basmayı tek başına öğrenmiş “yalnız” Jale Yılmabaşar’dan mı? Ne dersiniz?
“Aslında hepsine birden başlasak ne olur? Hepsi birbirini öylesine ayrılmaz biçimde tamamlayan gerçekler ki... Fakat dilerseniz ben, yıkılmış bir yuvanın çocuğu, babaanne elinde, annesinden uzak fakat, derin bir baba şefkati ile büyüyen Jale’den söz etmek isterim...
Daha ilk sergimden itibaren herkes benim “horoz” motiflerimle ilgilenmiştir... İşin doğrusu, horoz, benim adeta sanatım açısından “logo” gibi birşey.Oysa, bu motif tamamen bir tesadüfün sonucu... Bir gün, horoz üzerinden çalışırken yakaladığım bir motif.
Benim için en büyük destek ve hayatımın tek dayanağı Babam olmuştur. O her zaman bana, “Kızım, hayatta ne yapacaksan en mükemmelini yap, arkanda şerefli ve unutulmayacak bir isim bırakmak için çalış” derdi. Jale’nin bugünlere gelmesindeki en önemli faktör bu sözlerdir. Babamın büyük teşvikini gördüm, bugün geldiğim noktaya günde tam 18 saat çalışarak geldim. Herkes zanneder ki, Jale Yılmabaşar bir sosyete sanatçısı, zengin babanın kızı, hobi olarak bu işle uğraşıyor. Ben, daha bir genç kızken, bale hocalığından kazandığım bütün parayı seramik çalışmalarıma yatırıyordum.
Söz, sanatçı Jale’den açılmışken, ben seramik sanatını, kökü muhteşem çini sanatına dayanan “Milli” bir sanat olarak değerlendiriyorum. Yıllardır tek başıma mücadele vererek Anadolumuzun kara toprağına şekil veriyorum, onu milletlerarası seviyeye taşıyorum. Bugüne kadar Almanya’dan Hutschenreuther, hatta Rosenthal firmasından birçok ortak çalışma teklifi almama rağmen, toprağımdan, vatanımdan, kopamadığımdan çok teklif gelmesine rağmen, başka memleketlere yerleşmedim. Sanatçı kişiliğimi, kültür elçiliğimle birleştirmeye çalışıyorum. 1969 yılında Münih’de Uluslararası Altın madalya kazanınca, yaşlı bir işçimizin gelip, elimi öperek, “sağol bacım, sen sanatınla burada Türk’ün ne olduğunu bütün bu Alamanlara gösterdin Türk bayrağını dalgalandırdın ya, buna da şükür” sözleri her türlü ödülün ötesinde bir anlam taşımaktadır...
“Altı yıl süren evliliğimin en güzel hediyesi kızım Sedef bence. Şimdi artık 16 yaşında bir genç kız oldu. Onunla her zaman bir ana-kızdan çok, bir arkadaş gibi olduk. Onun genç kızlığa geçişinden itibaren bilhassa ilişkimiz çok olumlu bir yolda devam ediyor. Sedef ve ben, cumartesi pazar günleri telefonumuzun fişini çekerek evimize kapanıyoruz. Onun bana, benim ona o kadar anlatacak şeylerimiz var ki... Beni en çok mutlu eden, kızımın da sanata ilgi duyması. Atölyemi ileride tamamen ona bırakmayı düşünüyorum. İnanın Sedef benden çok daha iyi olacak.
Hem bir genç kız annesi, hem bir öğretim görevlisi olarak, bilhassa ana-babaların genç evlatlarıyla ilişki kurmada nasıl bir yol izlemelidirler sizce?
Gençlerle, ancak onlara arkadaşça yaklaşıldığı taktirde, onların sorunlarıyla yapmacıksız yakından ilgilenildiği anlarda, sağlıklı ilişki kurulabileceğine inanıyorum. Bu yüzden, yine çocuğum, arkadaşım gibi gördüğüm öğrencilerimle de aynı tür bir ilişki içindeyim. Sedef benim en iyi belki de yegane arkadaşım. Kızlık soyadım olan Yılmabaşar’ı, tanınan, bilinen bir soyad olarak ona bıraktığım için sevinçliyim.
Daima, kızımın benimle ve taşıdığım Yılmabaşar soyadı ile şeref duymasını istedim, onun için çaba gösterdim...”
(1983'de yapılan bir gazete röportajından alıntıdır)